|
| Kitap ve Yazarlar | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 2:54 am | |
| Sevdiğimiz yazarları ve kitaplarını tavsiye edelim , yazarlarımız tanıyalım , yeni çıkan kitapları tanıyalım İlk olarak NAZIM HİKMET RAN ile başlamak isterimNâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu (aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir), 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü. Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (sonradan Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu. Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı. Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi. Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti. Nâzım Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı. Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de "Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı. İstanbul işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde yazdığı "Gençlik" adlı şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı. 1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı. İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdi. Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921 martında 11,5 x 18 cm boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi. Bu arada Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti. Mustafa Kemal'in kendilerine söylediklerini Vâlâ Nureddin Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı kitabında şöyle aktarıyor : "Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi : "- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. "Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı." Kısa bir süre sonra öğretmen olarak Bolu'ya atandılar. Bolu'da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korudu. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi'ni anlatıyor, Lenin'den, Kautsky'den söz ediyor, Sovyetler Birliği'ni görmek istediğini söylüyordu. Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler. 1921 ağustosunda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921'de Batum'a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar. Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin serbest ölçüsünü biliyordu. Batum'da "İzvestiya" gazetesinde gördüğü, büyük bir olasılıkla Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini anlayamamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni hece ölçüsüne sokamadığını görünce, "İzvestiya"daki şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı. İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi. Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi. "Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı. İstanbul'da polisçe izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için İzmir'e geçti. Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu. 1925 şubatında Şeyh Sait İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925'te yayımlanan bir bildirge dolayısıyla "Aydınlık" dergisi çevresindeki yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal Mahkemesi'ndeki dava 12 Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir'den haziran ayı ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti. Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı. Aynı yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı mahkûmiyetlerden temize çıkmak için, gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan Türkiye'ye girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarıldılar. İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce Hopa Cezaevi'nde iki ay beklediler. Güneşsiz, havasız, karanlık bir koğuşta, nerdeyse hepsi köylü olan tutuklularla birlikte yatıp kalktılar. İki arkadaşın yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest bırakılmaları gerekiyordu. Ama başka bir suçtan cezaları bulunup bulunmadığını araştırmak için yapılması gereken yazışmalar uzun süreceğinden, mevcutlu olarak Ankara'ya gönderilmelerine karar verildi. 4 Ekim 1928'de kelepçeli olarak İstanbul'a getirilişleri gazetelerde eleştirilere yol açtı. İstanbul'da çıkarıldıkları mahkeme, bütün suçlamaların birleştirilerek ele alınması için, iki arkadaşın Ankara'ya gönderilmelerini uygun gördü. Basın yapılan onur kırıcı uygulamayı açıkça eleştirmeye başlamıştı. Bir bağışlama yasası çıkarılmış, siyasal tutuklular salıverilmişken, onların böyle bileklerinde kelepçeyle oradan oraya dolaştırılmaları kınanıyordu. Ama yazılanların bir yararı olmadı. 14 Ekim 1928'de Nâzım ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar. Önceki yargılanmalarından gerekli bilgilerin, belgelerin toplanması biraz sürdü. Ancak 4 Kasım 1928'de başlayan duruşmaları 23 Aralık 1928'de sona erdi. | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 2:56 am | |
| Devamı Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Nâzım Hikmet'in İstiklal Mahkemesi'nce verilip bağışlama yasasıyla kaldırılan 15 yıllık cezasına dayanak olan belgeleri ele alarak nerdeyse yeni bir yargılama yaptı. Sonuçta tutuklanma tarihlerine göre, ikisinin de önceki sonraki, bağışlanmış bağışlanmamış bütün cezalardan kurtuldukları anlaşıldı. Böylece, serbest bırakılmalarına, yüzlerine karşı, oy birliğiyle karar verildi. Ankara'daki dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun Halkevi'nde çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi önerileri benimsemeyerek İstanbul'da Zekeriya Sertel'in çıkardığı "Resimli Ay" dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. "Putları Yıkıyoruz" başlığı altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde Abdülhak Hâmit, Mehmet Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük yankılar uyandırdı. Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı kitabı ise büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile Si-Ya-U , ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi. Temmuz 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirleri şairin kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti.
1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi. 6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, Türk Ceza Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu. Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi : "İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir." Bundan sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış amaçlarını açıklayan şair, bir yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin mahkemeye vermesi gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı olduğunu rakamlarla açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın durumundan söz etmek suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi. Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek, "Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim," dedi. Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye'nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını, "İddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz," diye bitirdi. Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi. Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.
1932'de Nâzım Hikmet'in Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33 sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi'de (sonradan İstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye kondu. Benerci Kendini Niçin Öldürdü?'de Sühulet Kütüpanesi'nce yakında yayımlanacağı duyurulan Gece Gelen Telgraf nedense 1933 yılı başında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi'nce yayımlandı. Kitabın kapağı ile üçüncü sayfasında 1932 tarihi vardı, ama sondaki beş şiirin altına 1933 tarihi konmuştu. Anlaşılan bu kitap basıma hazırlanırken birtakım tedirginlikler yaşanmıştı. Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava açıldı. Birini 5 Mart 1933'te kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, "halkı rejim aleyhine kışkırtmak"tan, sırasıyla yazar Nâzım Hikmet'e, yayımcı Ahmet Halit'e, basımevi sahibi Ali Beye karşı; öbürünü ise, 9 Mayıs 1933'te, yapıtta yer alan "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" adlı yergide "kendisine ve pederine hakaret ettiği" gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e karşı açmışlardı. Oysa şair Gece Gelen Telgraf toplandıktan iki hafta kadar sonra, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa, Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış, bu arada öbür davalarının duruşmalarında bulunmuş, ama arkasından, yargılanmak üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti. İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi.
Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. Oysa Nâzım Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul'a geldi.
1930'da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiği halde kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935'te evlendi. Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmişti : Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik... Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordu. Geçimini sağlamak için "Akşam" gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelerde tefrika edilmek üzere romanlar yazdı. Bir yandan da İpek Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı. 1935'te Taranta Babu'ya Mektuplar adlı şiir kitabını yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi'de sahneye kondu. 1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi yayımlandı. II. Dünya Savaşı öncesinde sağcı ve solcu yazarlar arasındaki gerginlik son haddine varmıştı. Basın organlarında karşılıklı suçlamalar birbirini izliyordu. 1936 sonunda bildiri dağıtmak suçlamasıyla on iki kişiyle birlikte gene tutuklanan Nâzım Hikmet, 1937 nisanında duruşmaların tutuksuz yapılmasına karar verilmesi üzerine serbest bırakıldı. Bu davadan beraat etmesinden kısa bir süre sonra ise, İpek Sineması'nda resmi giysili bir Harp Okulu öğrencisinin kendisiyle konuşmaya çalışması üzerine, bir provokasyonla karşı karşıya olduğuna kesinlikle inanan şair, Emniyet Birinci Şube'ye telefon ederek : "Yapmayın, ben burda çocuklarımın ekmek parası için didinip duruyorum, siz hâlâ benim peşimdesiniz!" gibi sözler etti. Aynı öğrenci bir süre sonra evine geldi. Birtakım sorular soran bu genci şair ayaküstü verdiği CHP politikasına uygun yanıtlarla başından savdı.
17 Ocak 1938 gecesi akrabası olan Celâleddin Ezine'nin evinde otururlarken gelen polislerce tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesi'nde bekletildikten sonra, Nâzım Hikmet Ankara'ya Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne gönderildi. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu bu dava, 29 Mart 1938'de "askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik" suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs 1938'de temyiz bu cezayı onayladıktan sonra, Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne getirildi, kısa bir süre sonra da, haziran ayı sonlarına doğru, Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler onu alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı. Bu kez de Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde yargılanacaktı. 10 Ağustos 1938 günü başlayan davada, on dokuz gün sonra, 29 Ağustos 1938'de, "askeri isyana teşvik"ten, 20 yıl ağır hapse mahkûm oldu. İki cezası birleştirilince 35 yıl tutuyordu. Mahkeme bunu çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağladı. 29 Aralık 1938'de, Askeri Yargıtay'dan gelen onay, son umutları da boşa çıkardı. 1 Eylül 1938'de İstanbul Tevkifhanesi'ne, 1940 şubatında Çankırı Cezaevi'ne, aynı yıl aralık ayında da Bursa Cezaevi'ne gönderildi. Bu cezaevlerinde toplam 12 yıl kalan Nâzım Hikmet yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli olarak şiir yazdı. Cezaevlerinde tanıştığı, Türk halkının güç koşullar altında yaşayan, yoksul, acılı kişileriyle dostluklar kurdu. Dört Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri; Piraye'ye Rubailer; Memleketimden İnsan Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf ile Menofis gibi yapıtlarını bu insanlara okuyup eleştirilerini aldı. İkinci Dünya Savaşı sona erince, 1946 başlarında, siyasal havanın görece yumuşadığı düşüncesiyle, suçsuz olduğunu belirterek, yapılan "adli hata"nın düzeltilmesi için, daha önce de birkaç kez yaptığı gibi, Büyük Millet Meclisi'ne bir dilekçe ile başvurduysa da bundan bir sonuç elde edemedi. 1949 ortalarına doğru Ahmet Emin Yalman'ın "Vatan" gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve gazetenin avukatı Mehmet Ali Sebük'e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda, kamuoyunda Nâzım Hikmet'in bir "adli hata" yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı. Ankara'da avukatlar, İstanbul'da aydınlar topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanına başvurdular. Yurt dışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Bu arada Birleşmiş Milletler Örgütü'nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950'de Nâzım Hikmet'in serbest bırakılması dileğiyle Büyük Millet Meclisi başkanına, milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi. | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 2:58 am | |
| Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gören Nâzım Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı. Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara'dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul'a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi'ne yatırıldı. Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara'ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet'e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim'le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen'le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran'la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını, ertesi gün de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu. Nâzım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.
"Vatan"daki yazılarıyla ortada bir "adli hata" olduğunu açıkça kanıtlamış bulunan Mehmet Ali Sebük, bütün ilgililerle olduğu gibi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile de çok olumlu geçen bir konuşma yaptı. Artık her şey işin ne yolla çözüleceğini beklemeye kalmış gibi görünüyordu.
Nâzım açlık grevini erteleyince Cerrahpaşa Hastanesi'nde muayeneden geçirilip sağlıklı olduğu saptanarak önce eşyalarını almak üzere Sultanahmet Cezaevi'ne, oradan da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.
Ne var ki Cerrahpaşa Hastanesi'nin verdiği rapor yeterince açık değildi. Şairin sağlık durumu açısından serbest bırakılmasına karar verilemiyordu. On gün kadar bekledikten sonra, Mehmet Ali Sebük, 22 Nisan 1950'de, Adalet Bakanlığı'na bir dilekçe vererek Nâzım Hikmet'in serbest bırakılıp bırakılmayacağını sormak gereğini duydu. Ne bekleniyordu? İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Cezaevi doktorunun, Bursa Hastanesi doktorlarının, Cerrahpaşa Hastanesi doktorlarının verdikleri raporları tutarlı görmeyerek Adli Tıp Meclisi'ne göndermişti. Adli Tıp Meclisi'nden gelen yanıt şöyleydi : "Üç ay müddetle bir hastanede tedavisine devam edilmesi ve bu müddetin sonunda alınacak neticeye göre muamele ifası lüzumlu görülmüştür." Ama bu rapora bile uyulmuyordu. Günler Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde beklemekle geçiyordu. Hiçbir şey yapıldığı yoktu.
2 Mayıs 1950 sabahı Nâzım Hikmet yeniden açlık grevine başladı. Vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu hem ilgililere durumu bildiren bir dilekçe yazdı, hem de Ankara'ya giderek Adalet Bakanı'yla görüştü. Şair bu kez ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar grevi sürdürmeye kararlıydı. Günde dört beş bardak su ile bol bol sigara içiyor, ama hiçbir şey yemiyordu. İlk üç sabah cezaevi bahçesinde beden hareketleri yapmış, gün boyunca gazete, kitap okumuştu. Dördüncü günden sonra ise iyice bitkinleştiği, yataktan çıkmak, konuşmak bile istemediği görüldü. 9 Mayıs 1950 günü cezaevinden ambulansla Adli Tıp Müdürlüğü'ne götürüldü. Üç saat süren bir muayene sonucu doktorlar tam teşekküllü bir hastanede gözetim altında kalması gerektiğine karar verdiler. Cerrahpaşa Hastanesi'nde tek kişilik bir odaya yatırılmak istendi. Ama Nâzım Hikmet'in, "Ben kobay değilim, hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum. Greve cezaevinde devam edeceğim," diye diretmesi üzerine, hastane yetkilileri bu isteği bir tutanakla saptayıp imzasını aldılar. Gene Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.
Bu arada, yurt içinde, yurt dışında, gösteriler, toplantılar birbirini izliyor, bildiriler dağıtılıyor, olaylar yaşanıyor, imzalar toplanıyor, "Nâzım Hikmet" adında iki sayfalık bir gazete çıkarılıyor, ilgililere sürekli mektuplar yazılıyordu.
Nâzım Hikmet açlık grevinin on ikinci gününde sekiz kilo kaybetmiş, çok kötü duruma düşmüştü. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi Kliniği'ne kaldırılarak kendisine serum takıldı. Daha sonra da Verem Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya yatırıldı. On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının "tıbbi müdahalelerle" uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların yönünü birdenbire değiştiriverdi. Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e telgraflar, mektuplar yağmaya başladı.
Açlık grevini sürdürüyordu, ama Büyük Millet Meclisi beklenen genel bağışlama yasasını görüşmeden tatile girmişti. 14 Mayıs 1950'de ise yeniden seçim yapılacaktı. Seçimlerin sonucu alınıp yeni hükümet kurulana kadar greve ara vermeliydi. Yüzlerce telgrafın, mektubun yanı sıra, topluca imzalanmış dilekçeler de geliyordu. Nâzım Hikmet 19 Mayıs 1950 Cuma günü saat 17:03'te, kendisine gelen mektupları coşkuyla okuyan vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu'na, açlık grevine son verdiğini bildirdi.
Çok hırpalanmıştı. Hastanede doktorların yakın denetimi altında bile sağlığının düzelmesi oldukça uzun sürdü. Serbest bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın bir süre Cerrahpaşa Hastanesi'nde kaldı.
14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı bağışlama yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım Hikmet'in bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuşmalar yapıldı. Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doğrudan bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12 yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu. 15 Temmuz 1950'de, Cerrahpaşa Hastanesi'nde, artık serbest olduğu kendisine avukatlarınca bildirildi.
Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken görüşmeci gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık olmuştu. Cezaevinden çıkınca karısı Piraye'den ayrıldı. Kadıköy'de, önce annesinin Cevizlik'teki evinde, sonra bir apartman katında Münevver Hanımla yaşamaya başladı. Gene İpek Film Stüdyosu'nda çalışıyordu. 26 Mart 1951'de, bir oğulları oldu. Adını Mehmet koydular.
Gerçi cezaevinden çıkmıştı, ama polisçe sürekli izleniyordu. Evinin önünde hep bir cip bekliyor, nereye gitse polisler de arkasından geliyorlardı. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağını bulamayacağı anlaşılıyordu. Kuvâyi Milliye'nin yayın hakkını alan bir yayınevi çıkmışsa da, kitap bir türlü yayımlanmıyordu. Bu sırada Kadıköy Askerlik Şubesi'ne çağrıldı. Askerliğini yapmamış olduğu, hemen sevkedilmesi gerektiği bildirildi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiğini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra tekrar şubeye çağrılarak kendisine Sivas'ın Zârâ ilçesine gitmeye hazırlanması söylendi. İsteği üzerine Haydarpaşa Hastanesi Sağlık Kurulu'na gönderildi. Kurula on ay önce Cerrahpaşa Hastanesi'nden aldığı, kalbinden, ciğerlerinden rahatsız olduğunu gösteren raporları sunduysa da askerliğini engelleyecek bir durumu olmadığı kararına varıldı. Bu arada bir doktor kulağına bu işin sonunu iyi görmediğini fısıldadı. Şubeden hazırlıklarını yapmak için bir haftalık izin aldı.
17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20 Haziran 1951'de Romanya'ya vardığı Bükreş Radyosu'ndan öğrenildi. Sonradan yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılmış, Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gitmişti. Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Münevver Hanım ile oğlu Mehmet ise polisçe yakından izlenmeye devam edildiler. Yurt dışına çıkmalarına ise kesinlikle izin verilmedi.
Dışarda birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet büyük bir ün kazandı. Yapıtları çeşitli dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı. Ama gittiği ülkenin artık gençliğindeki o coşkulu, geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği olmadığını kısa sürede anlamıştı. Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, "Bilmem, nicedir görmedik," yanıtını alıyordu. Şiirlerinin çevirilerinde anlamı değiştiren yanlışlar bulunması canını sıkmaktaydı. Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e dönük içi boş, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını söylemesi uyarılmasına neden olmuştu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir. Moskova'ya 1951 temmuzunda ulaşan Nâzım Hikmet, ağustosta, Fadeyev'le birlikte, Berlin'de Dünya Gençlik Festivali'ne katıldı.
Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu (aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir), 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.
Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (sonradan Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu. Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı. Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi. Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti. Nâzım Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.
Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de "Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı. İstanbul işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde yazdığı "Gençlik" adlı şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı.
1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı.
İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdi.
Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921 martında 11,5 x 18 cm boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi. Bu arada Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti. | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 3:00 am | |
| 1956 martındaki Yirminci Kongre'de, Kruşçev'in inanılmaz açıklamalarıyla Stalin'in cinayetleri ortaya döküldüğünde ise, Nâzım Hikmet, bunu Lenin'in geri dönüşü olarak değerlendiren "Yirminci Kongre" adlı şiirini yazdı.
1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdi. 3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda dinlendi. 1957'den sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği'nin doğudaki ülkelerine yolculuklar yapmaya başladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe konuşan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden çok rahatsız oldu.
Stalin döneminin ağır bir eleştirisi olan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? adlı oyunu, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu'nda sahneye kondu. Bir tek gece oynandıktan sonra yasaklandı. Bu olay Nâzım Hikmet'i çok üzdü. Bayağı bunalıma girdi. İntihar etmeyi bile düşündü. Moskova'da Stalin döneminin baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler, özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyorlardı. Ama bu oyun daha sonra başka tiyatrolarda, Riga'da, Çekoslovakya'da, Bulgaristan'da vb sahnelendi.
Nâzım Hikmet 1958 mayısını Dino'larla birlikte, Münevver Andaç'ın genç kızlık yıllarının kenti Paris'te, ona gönderme yapan şiirler yazarak geçirdi. Cezaevindeyken yazdığı şiirlerde onu andığı gibi "Gülüm" diyordu, "Paris'te kimi gördün?" sorusunu, "Genç kızlığını Mimi'nin," diye yanıtlıyordu. Oysa 1955 yılı sonlarından beri yeni bir sevda fırtınası yaşamaktaydı. Vera Tulyakova adında genç bir kadına âşık olmuş, onu Moskova'da bırakarak gelmişti. "Sensiz Paris" derken kimin özlemini çektiğini anlamak kolay değildi. Nâzım Hikmet 1958 haziranında ise Leipzig'e giderek Bizim Radyo'da çalışan Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel'le buluştu. Türkiye'den tanıdığı insanlarla bir araya gelmek ondaki dinmek bilmez memleket özleminin acısını biraz olsun hafifletiyordu. Münevver ile Mehmet'i İstanbul'da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıl olmuştu. Oğlu fotoğraflarda büyüyordu. Ülkesinin insanlarıyla buluşmak onlarla buluşmak gibiydi.
Ama Türkiye'den ayrıldığı 1951 haziranından beri karısına duyduğu ardı arkası kesilmez özlem, Nâzım Hikmet'in başka kadınlarla ilişki kurmasına engel olmamıştı. 1952'de göğsündeki ağrılar yüzünden yatırıldığı Barvikha Sanatoryumu'nda üç ay kadar kalmış, burada kendisine âşık olan Galina Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duymuştu. Hastaneden çıkınca birlikte yaşamaya karar vermelerini Yazarlar Birliği'nin de uygun görmesiyle, Dr. Galina şairin özel doktoru olarak görevlendirilmişti. Bu özel doktor gece gündüz Nâzım Hikmet'le ilgileniyor, evini çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor, dinlenmesini ayarlıyor, yolculuklara birlikte gidiyordu. Şair yıllarca süren bu yakın ilginin birkaç kez kendisini ölümden döndürdüğünü söylerdi. Dr. Galina onun evli olduğunu, karısını sevdiğini biliyordu. Münevver Andaç'ın çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iş olursa şairi karısına bırakıp köşesine çekilecekti. Ama bambaşka bir olay yaşandı.
1955 yılı sonlarına doğru, Soyuz Multifilm Enstitüsü'nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet'i görmeye gelen Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcı vardı. Bursa'da 1948 yılı sonunda yaşanan olay bir çırpıda tekrarlanıverdi. Şair gene yaşamında "ilk defa" âşık oluyordu. Ama bu kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl sonra öğrenecekti. Elinde çikolatalar, çiçeklerle, Arnavut giysileri konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü'ne sık sık gitmeye başladı. Sevdalandığı genç kadının savaşta ölmüş olan babasından altı yaş daha büyüktü. Çevrelerindekilerin başlangıçta bir şakalaşma gibi baktıkları ilişki gittikçe ciddileşiyordu. Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiği ağır zatürree Nâzım Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı. 3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, dokuz ay, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda sağlığına kavuşmayı beklerken gene de aklı hep Moskova'daydı. Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu işi daha ileri götürmek istemediğini, dönüşte ilişkilerini sona erdirmeleri gerektiğini söylemişti, ama tam tersi oldu. 27 Temmuz 1957'de Moskova'da buluşur buluşmaz hemen bir ortak iş yaratıp Sevdalı Bulut'un senaryosu üstünde birlikte çalışmaya başladılar. Senaryo kabul edilince arkasından filmin çekimi sırasındaki beraberlik geldi. Ama Nâzım Hikmet yolculukları yüzünden ikide bir Moskova'dan ayrılmak zorunda kalıyordu. 1957 yılı sonunda bir ay Bakû'deydi, 1958 ocağından nisanına kadar Varşova'da, Mayısta Paris'te, haziranda Leipzig'deydi Ağustos sonunda Moskova'ya dönünce Vera Tulyakova'ya birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960 başında Yermalova Tiyatrosu'nda sahnelenirken, ikisi de artık yaşamlarını birleştirmeye karar vermişlerdi. Nikâhlı olmadıkları için, Nâzım Hikmet'in, Münevver Andaç'tan boşanması herhangi bir işlem gerektirmiyordu. Sekiz yıldır birlikte olduğu Dr. Galina'ya ise Peredelkino'daki daçasını, 1957 model Volga limusin otomobilini, eşyalarını, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitaplarını, tablolarını, her şeysini, noterde kâğıt imzalayarak devretti. Kendisine yalnızca Moskova'daki apartman dairesini bırakmıştı. Bunun üzerine Vera Tulyakova'yla birlikte Bakû'ye gidip Kafkaslar'ın kuzeyindeki bir tatil merkezi olan Kislovodsk'ta üç ay baş başa kaldılar. Nâzım Hikmet çok mutluydu, ama her an da bu mutluluğu yitireceğinin korkusuyla tedirgindi. Gittikçe daha fazla kıskanmaya başladığı genç kadınla evlenmek, onu kendisine bağlamak istiyordu. Yoksa geçirdiği kıskançlık bunalımları hiç sona ermeyecekti. Moskova'ya dönüşlerinden bir süre sonra Vera Tulyakova kocasından ayrıldı, ama kızını babasına bırakmak zorunda kaldı. 18 Kasım 1960'ta Nâzım'la genç kadın nikâhlandılar.
Münevver Andaç ile Mehmet konusunda ne düşüneceğini Nâzım Hikmet de pek bilemiyor, örnekse 17 Temmuz 1959'da, Vera Tulyakova'yla diz dize çalışırlarken, "İki Sevda" adlı şiirine, "Bir gönülde iki sevda olamaz / yalan / olabilir" diye başlıyordu.
1961 nisanında şair Paris'e ikinci kez gittiğinde yanında karısı Vera da vardı. Bu yolculuk bir balayı niteliğindeydi. Paris'te kırk gün kaldılar. Mayısta Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti.
Paris'ten ayrılmadan önce, İtalya'nın Barış Konseyi delegelerinden Joyce Salvadori Lussu ile karşılaşmıştı. 1958 haziranında Stockholm'de yapılan Barış Konferansı'nda tanıştığı Lussu, onun aşk şiirlerine hayran olmuştu, ama, Piraye ile Vera'yı bilmiyor, bütün bu şiirleri Türkiye'den dışarı bırakılmayan karısı için yazdığını sanıyordu. 1960 haziranında İstanbul'a gidince Münevver Andaç'la tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduğu, iki çocuğuyla tek başına verdiği yaşam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiği, pek beğendiği bu kadını çocuklarıyla birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu. İtalyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca başka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi düşünüyordu. Paris'te Nâzım Hikmet'le karşılaştığında söyledi ona karısıyla çocuğunu Türkiye'den kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı.
1961 temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar.
Ağustos başında Münevver Andaç, Renan, Mehmet Polonya'daydılar. Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü. Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, Nâzım evlendiğini ona yazmıştı, ama kocası olarak gördüğü kişinin başka bir kadınla evlendiğini yeni öğrenmiş gibi davranmayı içine düştüğü durum açısından daha uygun buldu. Son zamanlardaki mektuplaşmalarında birtakım tatsızlıklar yaşamışlardı. Münevver kocasının Moskova'da yıllardır bir kadın doktorla birlikte oturduğunu da biliyordu. Nâzım ise İstanbul'dan gönderilen bir mektupla karısının kendisini aldattığı yolunda uyarılmıştı. Buna inanmak duyduğu vicdan azabını biraz olsun azaltıyordu. Tıpkı Piraye'den ayrılmaya kalktığı günlerde yaptığı gibi, hem yaşamına, hem de şiirlerine karşı ağır bir suçluluk duygusu içinde, sarılacak bir dal araması çok doğaldı. Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu. Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu. Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek Moskova'ya götürmemeye karar verdi. Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu.
Nâzım Hikmet 1961 eylülünde Berlin'deydi. Ayın 11'inde yazdığı "Otobiyografi"sinde, "sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım / şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile / aldattım kadınlarımı / konuşmadım arkasından dostlarımın" diyordu.
1962 ocağında Kruşçev'in aracılığıyla Nâzım Hikmet'e Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Şubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika Yazarlar Birliği Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittiler. Sovyetler'le gerginlik içinde olan Çinliler'in Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımadığı için, Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nâzım Hikmet'e itiraz etmeleri, şairin diliyle, varlığıyla nasıl Türkiye'ye bağlı olduğunu anlatan bir konuşma yapmasına neden oldu. Ayakta alkışlanan bu konuşma onun kongreye başkan seçilmesini sağladı. Nâzım Hikmet sağlığının gittikçe bozulmasına karşın, 1962 yılında Prag, Berlin, Leipzig, Bükreş'te yapılan toplantılara katılmaktan geri durmadı. 1962 kasımında Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek için İtalya'ya gittiler : Milano, Floransa, Roma. Oradan, yeni yılı Dino'larla birlikte karşılamaya, Paris'e geçtiler. Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı şair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı alışveriş olanaklarıyla mutlu etti. 4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydılar.
1963 şubatında Nâzım Hikmet Asya ve Afrika yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katıldı.
Martta, nisanda Berlin'deydi. Nisan sonunda Moskova'ya dönünce "Cenaze Merasimim" adlı şiirini yazdı. Mayısta, oturdukları apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir daçada kaldılar.
Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3 Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde öldü. Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.
--SON-- | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 3:04 am | |
| YAPITLARI[/b]
Nâzım Hikmet'in ilk şiir kitabı Bakû'de yayımlanmıştır :
Güneşi İçenlerin Türküsü (1928)
(Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye'de basılan kitaplarında şairin yasaları gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı.)
Türkiye'de 1929-1938 arası yayımlanan şiir kitapları :
835 Satır (1929)
Jokond ile Sİ-YA-U (1929)
Varan 3 (1930)
1+1=1 (1930)
Sesini Kaybeden şehir (1931)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Portreler (1935)
Taranta-Babu'ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)
Oyunları :
Kafatası (1932)
Bir Ölü Evi (1932)
Unutulan Adam (1935)
Çeşitli : Şeyh Bedreddin Destanına Zeyl, Millî Gurur (1936)
İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla fıkralar, 1936)
Alman Faşizmi ve Irkçılığı (inceleme, 1936)
Sovyet Demokrasisi (inceleme, 1936)
1949'da, Nâzım Hikmet cezaevindeyken, Ahmet Halit Kitabevi, Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla La Fontaine'den Masallar'ı yayımladı. Bu çeviri yapıt dışında, tam 29 yıl Nâzım Hikmet'in kitapları Türkiye'de basılmadı.
Ölümünden iki yıl sonra, 1965'te, "Yön" dergisinin Kurtuluş Savaşı Destanı'nı yayımlaması gözü pek bir davranış olarak değerlendirildi. Arkasından, başta İzlem ile Dost Yayınevleri olmak üzere, ilerici yayınevleri, önce şairin sağlığında Türkiye'de basılmış kitaplarını, sonra dış ülkelerde Türkçe olarak yayımlanmış kitaplarını yayımlamaya başladılar. Bu yayınlar sürekli olarak kovuşturmalara uğradı. Bazıları toplatıldı, davalar açıldı.
Piraye ile Nâzım Hikmet'in üvey kardeşi Metin Yasavul'un sahibi oldukları, Memet Fuat'ın yönetimindeki De Yayınevi ise, şairin Bursa Cezaevi'ndeyken basıma hazırlayıp Piraye'ye bırakmış olduğu kitapların yayımına başladı. Bunlar içerde dışarda daha önce basılmamış kitaplardı. şair ölmeden önce yaptığı konuşmalarda bu kitaplardan bazılarının kaybolmuş olduğunu söylemişti.
De Yayınevi'nde birinci basımı yapılan kitaplar :
Saat 21-22 şiirleri (1965)
Dört Hapisaneden (1966)
Rubailer (1966)
Ferhad ile şirin (1965)
Sabahat (1965)
Memleketimden İnsan Manzaraları (5 cilt, 1966-1967)
Bütün bu kitapları basıma Memet Fuat hazırlamıştı. Saat 21-22 şiirleri ile Dört Hapisaneden için iki kez mahkemeye verildiyse de sonuçta beraat etti. Ferhad ile Şirin'in daha önce dışarda yapılmış olan, yarıdan sonrası kaybolduğu için yeniden yazılmış bir basımı vardı. De Yayınevi'nin bastığı şairin Bursa Cezaevi'nde yazdığı asıl metindi. Bulgaristan'da yayımlanan Memleketimden İnsan Manzaraları ise De Yayınevi basımının tekrarıydı.
Bilgi Yayınevi, 1968'de, Cevdet Kudret'in basıma hazırladığı Kuvâyi Milliye'yi yayımladı. Bu Nâzım Hikmet'in cezaevinden çıktıktan sonra İnkılap Kitabevi için hazırladığı Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yeni bir düzenlemesiydi. şair gerçi bu destanı Memleketimden İnsan Manzaraları'nın içine yerleştirmişti, oradan çıkarılıp ayrı olarak yayımlanmasını istemiyordu. Ama cezaevinden çıktıktan sonra gerçek bir özgürlük ortamında olmadığını gördü. Kimse onun yapıtlarını yayımlamayı göze alamıyordu. İnkılap Yayınevi'nin yaptığı öneriyi çok parasız kaldığı bir dönemde kabul ederek Kuvâyi Milliye'yi düzenledi. Ama İnkılap Yayınevi parasını peşin ödediği bu kitabı bile yayımlamaktan çekindi, on yedi yıl sonra, Cevdet Kudret aracılığıyla Bilgi Yayınevi'ne devretti.
Gene 1968'de Bilgi Yayınevi Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar'ı; De Yayınevi Cezaevi'nden Memet Fuat'a Mektuplar'ı yayımladılar. İki yıl sonra da Cem Yayınevi Bursa Cezaevi'nden Vâ-Nû'lara Mektuplar'ı yayımladı. 1975'te De Yayınları arasında Memet Fuat'ın Nâzım ile Piraye'si çıktı. Bu kitap Nâzım Hikmet'in Piraye'ye yazdığı mektuplardan bölümler seçerek şairin yaşamıyla şiirleri arasındaki iç içeliği gösteren duyarlı bir çalışmaydı. Mektupların tümü değildi, ama öyle sanıldı. (Yirmi üç yıl sonra, 1998'de, Adam Yayınevi Piraye'ye Mektuplar adıyla Nâzım Hikmet'in cezaevi yılları boyunca Piraye'ye yazdığı mektupların tümünü iki cilt olarak yayımladı.)
1975-1980 arasında Cem Yayınevi Nâzım Hikmet'in Tüm Eserleri dizisini yayımladı. şerif Hulusi ile birlikte notlar yazarak başladıkları 9 kitaplık bu diziyi, çalışma arkadaşının ölümü üzerine Asım Bezirci yalnız tamamladı.
1980'de Kemal Sülker Yazko Yayınları'nda Nâzım Hikmet'in Bilinmeyen İki şiir Defteri'ni yayımladı.
1988-1990 arasında Adam Yayınevi Nâzım Hikmet'in bütün yapıtlarını 28 kitaplık bir dizide topladı. Dizinin editörlüğünü Memet Fuat, araştırmacılığını Asım Bezirci yaptılar. Bugün satışta bulunan bu dizideki kitapların dökümü şöyledir :
Şiir : 1. 835 Satır (835 Satır; Jokond ile Sİ-YA-U; Varan 3; 1+1=1; Sesini Kaybeden şehir) 2. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen Telgraf; Portreler; Taranta-Babu'ya Mektuplar; Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı; şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl) 3. Kuvâyi Milliye (Kuvayi Milliye; Saat 21-22 şiirleri; Dört Hapisaneden; Rubailer) 4. Yatar Bursa Kalesinde 5. Memleketimden İnsan Manzaraları 6. Yeni şiirler 7. Son şiirleri 8. İlk şiirler 9. La Fontaine'den Masallar (Sekizinci kitap Nâzım Hikmet'in çocukluk şiirleriyle hece şiirlerini içeriyor. şair bunların büyük bir bölümünün toplu şiirleri arasına alınmasını herhalde istemezdi. Dokuzuncu kitap takma adla yayımlanan La Fontaine çevirileridir.)
Oyun : 10. Kafatası (Ocak Başında; Kafatası; Bir Ölü Evi; Unutulan Adam; Bu Bir Rüyadır) 11. Ferhad ile şirin (Yolcu; Ferhad ile şirin; Sabahat; Enayi) 12. Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin; Evler Yıkılınca; Yusuf ile Menofis; İnsanlık Ölmedi Ya; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?) 13. Demokles'in Kılıcı (İstasyon; İnek; Demokles'in Kılıcı; Tartüf - 59) 14. Kadınların İsyanı (Kadınların İsyanı; Yalancı Tanık; Kör Padişah; Her şeye Rağmen) (On ikinci kitapta yer alan Evler Yıkılınca Nâzım Hikmet'in kaybolduğunu söylediği oyunlarından biridir. Piraye'nin sakladığı yapıtlar arasında şairin el yazısıyla temize çekilmiş olarak bulunmuş, ilk olarak bu dizide yayımlanmıştır.)
Roman, Öykü, Masal : 15. Kan Konuşmaz 16. Yeşil Elmalar 17. Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim 18. Hikâyeler 19. Çeviri Hikâyeler 20. Masallar (Nâzım Hikmet yalnızca Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim adlı romanıyla Sevdalı Bulut adlı masallar kitabını kendi adıyla yayımlamıştı. Ötekiler para kazanmak için acele yazılıp gazetelerde takma adlarla yayımlanmış ürünlerdir.)
Yazılar : 21. Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil 22. Yazılar (1924-1934) 23. Yazılar (1935) 24. Yazılar (1936) 25. Yazılar (1937-1962) 26. Konuşmalar (Nâzım Hikmet'in bu kitaplarda yer alan yazılarının büyük çoğunluğu çeşitli takma adlarla gazetelere yazdığı köşe yazılarıdır.)
Mektuplar : 27. Nâzım ile Piraye 28. Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar (1998'de Adam Yayınevi'nin Piraye'ye Mektuplar adıyla iki cilt olarak yayımladığı yapıt da bu bölüme eklenmelidir.)
Ayrıca gene Adam Yayınları arasında Memet Fuat'ın hazırladığı Nâzım Hikmet'in Seçme Şiirler kitabı da yer almaktadır. | |
| | | CnsL_CnsL tam canselci oldum
Mesaj Sayısı : 1262 Kayıt tarihi : 22/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Çarş. Mart 28, 2007 3:17 am | |
| Sabahattin Ali
25 Şubat 1907'de Gümülcine / İğridere'de doğdu. İlköğrenimini Üsküdar, Çanakkale ve Edremit'te yaptı (1921). Balıkesir Muallim Mektebi'ni bitirdi (1927) ve aynı yıl Yozgat Cumhuriyet İlkolulu'na öğretmen oldu. Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 1928'de Almanya'ya gitti, 1930 yılı Martında yurda döndü, Aydın ve Konya'da öğretmenliğini sürdürdü. Nazım Hikmet'le tanışarak, onun çalıştığı Resimli Ay'da öykülerini yayımlamaya başladı.
Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler durulmuş mudur? Dinmiş mi olukla akan o kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır? Asarlar mı hâlâ hakka tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? Köylünün elinde var mı sabanı? Sıska öküzleri dirilmiş midir? Cümlesi belî der Enelhak dese, Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur? Koca teres kafayı bir çekince .................... İskendere bile dudak bükünce Hicabından yerler yarılmış mıdır?
dizeleriyle Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı( 1932), bir yıla hüküm giydi, Konya ve Sinop Hapishanelerinde yattı, 1933'te memuriyet kaydı silindi. Cumhuriyet'in onuncu yıl dönümünde çıkarılan afla hapisten çıktı(29 Ekim 1933). Yeniden memur olabilmesi için bağlılığını ispatlaması istendi ve bu amaçla 15 Ocak 1934 tarihli Varlık'ta (13. Sayı) "Benim Aşkım" başlıklı,
Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran, Sensin "Ülkü" adıyla beynimde dimdik duran Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye Hisler kambur oluyor dökülüyor yazıya Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
dörtlüklerini de içeren Atatürk'e övgü şiiri yayımladı ve karşılığında MEB Talim Terbiye Dairesi Mümeyyizliği'ne atanarak işsizlikten kurtuldu (30 Eylül 1934). 1937'deki askerliğini takiben, önce Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine, ardından çevirmen, öğretmen ve dramaturg olarak çalışacağı Devlet Konservatuarı'na atandı (1938). 1945'de Yeni Dünya gazetesinin, 1946'da Marko Paşa'nın neşrine katıldı. Marko Paşa'daki yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı, bunlardan birinden yedi aya hüküm giydi. 1948'de Zincirli Hürriyet'teki bir yazısından dolayı yine hakkında kovuşturma açılınca nakliyeciliğe başlayan Sabahattin Ali, 1 Nisan 1948 tarihinde yurt dışına kaçma girişimi sırasında öldürüldü, cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu.
ESERLERİ Hikaye Kitapları: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk Romanları:Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna. Şiir:Dağlar ve Rüzgar Oyun:Esirler
Hakkında Yazılanlar 1.Sabahattin Ali Mustaf Kutlu Dergah Y. 2.Sabahattin Ali Dosyası Kemal Sülker 3.Sabahattin Ali Filiz Ali Laslo- Atilla Özkırımlı 4.Sabahattin Ali Olayı Kemal Bayram 5.Boğaz'daki Aşiret Mahmut Çetin Edille Yayınları
"Boğaz'daki Aşiret" başlığı ister istemez "Boğaz Neresi" ve "Aşiret Kim" sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi"nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğaz'daki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi, yer yer de Batılılaşma Tarihi'nin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz.
Boğaz'daki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantin'in Çocukarı, Detrois'in Çocukları, Sotori'nin Çocukları, Topal Osman Paşa - Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı.
Boğaz'daki Aşiret! şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoy'dan Nazım Hikmet'e, Oktay Rifat'tan Refik Erduran'a, Rasih Nuri İleri'den Ali Ekrem Bolayır'a, Zeki Baştımar'dan Sabahattin Ali'ye, Numan Menemencioğlu'ndan Abidin Dino'ya uzanan ilginç akrabalık zinciri.
Polonez, Hırvat, Alman, Macar ve Rum kökenli meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan "Boğaz'daki Aşiret"in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller... Kimlerin kimlikleri, Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar! Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardır.
| |
| | | CnsL_CnsL tam canselci oldum
Mesaj Sayısı : 1262 Kayıt tarihi : 22/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Perş. Mart 29, 2007 1:49 am | |
| Merhaba arkadaşlar gerçekten çok güzel bir kitap okumanızı öneririm ben anlatılan öyküden çok etkilendim Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Yaşamı da yazdıkları gibi hüzün doludur Sabahattin Ali'nin. Bu yazıda ele alacağımız kitabı 1943 yılında yayınlanmıştı. Sevinerek söylemeliyim ki, YKY'nin "Bütün Eserleri" dizisi çerçevesinde basılarak yeniden okuyucularla buluştu. Gerçekçiliğin en başarılı örneklerini vermiş olan bu olağanüstü duyarlı yazarın, "Kürk Mantolu Madonna" kitabı, yalnız tüm zamanların en hüzünlü aşk öyküsü olmakla kalmaz, aynı zamanda, edebiyatımızın en başarılı psikolojik anlatılarından da birisidir. Yenilmiş, silik, içine kapanmış bir insan kişiliği üzerine yapılmış çözümlemeler, o kişiliğin ardındaki çok zengin bir duygu ve düşünce dünyasının tasviri, kullandığı dilin sadeliği ve güzelliği, "Kürk Mantolu Madonna" yı bugün de okunur, güncel kılan özellikler. Yazarın nitelemesi ile, bu "uzun hikaye" bizlerde zaman duygusu hissettirmekte olağanüstü başarılı. Hızlı bir tempo ile giden ilk bölüm, Raif'in gençliğini ve duygularını aynen yansıtır. Önce yabancı bir ülkeye gelmenin çekingenliği ile geçen ağır tempo, onun aşkı bulması ile hızlanıverir. İkinci bölüm ise, kendini bu taşra kasabasına mahkum etmiş bir insanın yaşamına, taşradaki zaman akışına uygun olarak durağanlaşır; beklenecek bir şey yoktur, değişecek bir hayat yoktur; beklenen son ölümdür.....Ve yazar, bu dingin yaşam ile sözdizimi arasındaki uyumu yakalar. Ancak böylelikledir ki, okuyucu o canlı, umut dolu gençliğin yerini tükenmiş, nihilist bir yaşamın almasının trajedisi ile duygudaşlık edebilir. Öykü, klasik Yunan trajedilerinin temel bir özelliğini taşıyor. Önce bir hazırlık dönemi, ardından gelen mutluluk ve onu takip eden yıkım. Tüm bu süreç, yani mutluluğun ardından gelecek felaket, yine trajedilerin yapısına uygun olarak, öykünün çatılışı nedeni ile önceden haber verilmiştir. Zaten felaketin kaçınılmazlığının bilgisidir trajedinin etkisini arttıran. "Kürk Mantolu Madonna", asıl etkisini "son" yazısı ile birlikte gösteriyor. Ağzımızda kalan buruk bir taddır. Keşke dersiniz; keşke öyle olmasaydı, keşke savaş çıkmasaydı, keşke kızını gördüğünde donup kalmasaydı, keşke... Keşkeler sürüp gidecektir, ama hiç bir motif, Holywood veya Yeşilçam melodramlarındaki rastlantısallıklarla benzer değildir. Evet, rastlantılar bu yaşam trajedisini belirlemiştir, ancak, bu rastlantılar bütünüyle toplumsal, siyasal, ekonomik nedenlerin üzerinde yükselir. Aslında onlar zorunluluklardır. Sol düşüncelere sahip, muhalif bir insandı, ve kuşkusuz bütün yazdıkları bu duruşun etrafında oluşmuştur. Ancak hiç kimse Sabahattin Ali'de çıplak bir ideolojik manüpülasyon, didaktik bir tonlama gösteremez. Her şey konunun ve ayrıntıların içinde kodlanmıştır. Neye karşı ise, karşı olduğu şeyi apaçık işaret etmez, okuyucunun gözüne sokmaz. Bu kitap, bir yandan toplum ve geleneksel aile yapısına, öte yandan savaşın akıldışılığına açık bir tavır alıştır aslında. Okuyucu, bu hüzünlü aşka engel olan savaşa da, parlak genç öğrencinin Anadolu'nun bir kasabasına gömülmesine, yaşamdan el etek çekmesine de öfkelenmeden edemez. Oysa ki, S.Ali yalnızca - üstelik bütün öykülerine göre daha dingin bir uslupta- bir yaşam anlatısı yapmaktadır. Ne büyük laflar kelam eder, ne yaşananları abartır. Tam tersi, o yumuşak, pastoral üslubun kendisidir isyanımızı, hüznümüzü yaratan. A. Ömer Türkeş
| |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Perş. Mart 29, 2007 4:57 am | |
| NAMIK KEMAL(21 Aralık 1840, Tekirdağ - 2 Aralık 1888, Sakız Adası)
Türk Milliyetçiliğinin öncülerinden, Jön Türklerden, ünlü yazar ve şairdir. Özellikle "İntibah" isimli romanı ve "Vatan, Yahut Silistre" isimli tiyatro oyunu ile tanınır. Asıl adı Mehmed Kemal'dir.
1888'de mutasarrıflıkla sürgüne gönderildiği Sakız Adası'nda vefat etmiş, Türk Edebiyatında öncü niteliği bulunan şair ve tiyatro yazarıdır. "Vatan şairi" olarak da anılır.
Namık Kemal ilk şiirlerini çocuk denecek yaşlarda yazmaya başlamıştır. İstanbul'a geldikten sonra eski ve yeni kuşaktan şairlerin bir araya gelerek kurdukları Encümen-i Şuârâ'ya ve kimi Divan şairlerine nazireler yazmıştır. Şinasi'yle tanışıncaya değin, şiirlerinde tasavvuf etkileri görülür. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilenmiştir. Şinasi'yle tanışmasından sonra şiirlerindeki içerik de değişmiştir.
Günlük konuşma dilinden alıntıların yanı sıra, o zamana değin geleneksel Türk şiirinde görülmemiş olan "hürriyet kavgası", "esaret zinciri", "vatan", "kalb-i millet" gibi yepyeni kavramlarla birlikte, doğrudan doğruya düşüncenin aktarılmasını amaçlayan bir tür "manzum nesir" oluşturmuştur. Bosna-Hersek Savaşları, 93 Harbi gibi olayların yarattığı sonuçlar, onun yazdığı vatan şiirlerini etkilemiştir. Bu şiirlerin en tanınmışları arasında "Vâveyla", "Vatan Mersiyesi", "Vatan Şarkısı" ve "Hürriyet Kasidesi" yer alır. Namık Kemal şiirleriyle şiir tekniğine büyük bir katkıda bulunmuş sayılmazsa da o günler için alışılmamış diri bir sesle konuşmuş olması ve yapıtlarına kattığı yeni kavramlarla Türk şiirini Divan şiirinin edilgen edasından kurtarmıştır. Bütün bu nitelikler onun Vatan Şairi olarak anılmasına yol açmıştır.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistire yalnız ülke için değil, Avrupa'da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Magosa'dayken yazdığı Gülnihal'de baskıya ve zulme karşı duyduğu tepkiyi dramatik bir biçimde dile getirmiştir. Oyunun sahnelenmesinde pek çok bölüm sansür tarafından çıkarılmıştır.
Namık Kemal yine Magosa'da yazdığı Akif Bey'de, yurtsever bir deniz subayının göreve koştuğu sırada karısının kendisine bağlılık göstermeyişini anlatırken, ahlaksal bir yorum da getirir. Zavallı Çocuk'ta görücü yoluyla evlenmeye karşı çıkar. On beş perdelik Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal'in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Oyun, Moğollar'a karşı İslam dünyasını koruyan Celaleddin Harzemşah'ın kişiliği çevresinde gelişir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal'in ilk romanı olan "İntibah" 1876'da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir. Eleştirmenler Namık Kemal'in bu romanda yüksek bir edebi düzey tutturamadığı görüşünde birleşirler.
Dört yıl sonra yayımladığı "Cezmi", tarihsel bir romandır. Kırım Şehzadesi Adil Giray'ın yaşadığı aşk ve Cezmi'nin onu kurtarmak isterken geçirdiği serüvenlerle gelişen romanda, Namık Kemal'in tam anlamıyla Avrupa Romantizmi'nin etkisinde olduğu izlenir. Namık Kemal'in yaşamı boyunca ilgi duyduğu alanlardan birisi de tarihtir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükseliş dönemlerini anlattığı Devr-i İstila yayımlandığında büyük ilgi görmüştür. 1872'de çıkan Evrak-ı Parişan'da, Selahaddin Eyyubi, Fatih gibi tarihi kişilikleri, Barika-i Zafer'de İstanbul'un alınışını anlatır.
Ahmed Nâfiz takma adıyla yayımladığı Silistire Muhasarası ve Kanije, yine Osmanlı tarihine ilişkin kahramanlık olaylarını ele alan kitaplardır. Namık Kemal'in, tarih konusunda en kapsamlı çalışması olan Osmanlı Tarihi'nde, Hammer'in etkisinde kaldığı, yapıtın bilimsel olmaktan çok, eğitici değer taşıdığı konusunda görüşler ileri sürülmüştür. Yarım kalan bu yapıtın ilk basımı II. Abdülhamid tarafından yasaklanmıştır. 1975'te yayımlanan Büyük İslam Tarihi adlı yapıtındaysa Namık Kemal, İbn Haldun, İbn Rüşd gibi yazarlardan yararlanmış olduğunu belirtmiştir. Namık Kemal romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye'ye ilk getiren kişilerden biri olmuştur.
En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip'dir. Eleştirilerinde canlı, dolaysız bir üslup kullanmıştır. Tahrib-i Harâbât, Ziya Paşa'nın Harâbât adlı güldestesine karşı yazılmış sert bir eleştiri niteliğindedir. Takip de yine aynı güldestenin ikinci cildini eleştirir. Mukaddeme-i Celal eleştirisinde Namık Kemal, Batı edebiyatı ile Doğu edebiyatını karşılaştırmış, tiyatro, roman türleri üstünde durmuştur. Namık Kemal gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yer alır. Döneminin hemen hemen bütün yenilik yanlısı ve ilerici gazetelerinde yazmıştır. Siyasal ve toplumsal sorunlardan edebiyat, sanat, dil ve kültür konularına dek çok çeşitli alanlarda yazdığı makalelerin sayısı 500 kadardır. Bunlarda düzyazıdaki üstün yeteneğini ortaya koyduğu ve çok etkili bir üslup yarattığı kabul edilir.
Eserleri [değiştir] Oyun [değiştir]Vatan Yahut Silistre, 1873 (yeni harflerle, 1940) Zavallı Çocuk, 1873 (yeni harflerle, 1940) Akif Bey, 1874 (yeni harflerle, 1958) Celaleddin Harzemşah, 1885 (yeni harflerle, 1977) Kara Belâ, 1908.
Roman [değiştir]İntibah, 1876 (yeni harflerle, 1944) Cezmi, 1880 (yeni harflerle, 1963)
Eleştiri [değiştir]Tahrib-i Harâbât, 1885 Takip, 1885 Renan Müdafaanamesi, 1908 (yeni harflerle, 1962) İrfan Paşa'ya Mektup, 1887 Mukaddeme-i Celal, 1888
Tarih kitapları [değiştir]Devr-i İstila, 1871 Barika-i Zafer, 1872 Evrak-ı Perişan, 1872 (yeni harflerle, 1973) Kanije, 1874 Silistire Muhasarası, 1874 (yeni harflerle, 1946) Osmanlı Tarihi, (ö.s.), 1889 (yeni harflerle, 3 cilt, 1971-1974) Büyük İslam Tarihi, (ö.s.), 1975
Çeşitli [değiştir]Rüya, 1893 Namık Kemal'in Mektupları, Ö.F. Akün (yay.), 1972
"http://tr.wikipedia.org/wiki/Nam%C4%B1k_Kemal"'dan alındı | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar C.tesi Mart 31, 2007 1:23 am | |
| Elif ŞafakElif Şafak, edebiyat dünyasına 1997'de Pinhan'la girdi. Peşpeşe yayınladığı Şehrin Aynaları, Mahrem ve Bit Palas'la dikkatleri üzerinde topladı. Bir yılı aşkın bir süredir Amerika'da yaşayan Elif Şafak'la, Ekim 2004'te Amerika'da, ABD'nin önemli yayınevlerinden FS&G tarafından basılacak olan, Türkiye'de ise Aslı Biçen'in çevirisiyle geçtiğimiz ay Metis Yayınları'ndan çıkan çift dilli Araf'ı, sarkacı ve sarkaçtan damıtılan özü konuştuk. KİTABIN KÜNYESİ Araf, Elif Şafak, Metis Yayınları, İstanbul 2004, 345 sayfa Edebiyat dünyasına 1997'de Pinhan'la giren, peşpeşe yayınladığı Şehrin Aynaları, Mahrem ve Bit Palas'la dikkatleri üzerinde toplayan Elif Şafak, eski ve yeni kelimelerden örülü, şiirsel ve zengin bir dille yazdı romanlarını. Geçmişle gelecek arasında bir yerlerde, gerçeğin delişmen, değişken yanlarına bakabilen yarı masalsı hikayeler anlattı. Ama her romanında ne yaptı etti, kahramanın yolunu mutlaka İstanbul'a düşürdü. Farklı ülkelere, dinlere, dillere ve kültürlere sahip bir grup gencin Boston'da kesişen hayatları çerçevesinde çokkültürlülüğü, parçalanmışlığı, aidiyetsizliği ve yabancılığı anlattığı son romanı Araf’ta da öyle yapıyor yazar. İsimden başlayan yabancılığın gelip dayandığı 'iki arada, bir arafta olma' hali üzerine çarpıcı bir roman kuruyor; her romanında görülen sarkacı Araf'ta da, aynı salınım şiddetiyle işletiyor. Fiili göçebeliğin ruha yansımalarına ayna tutan roman, yazma ve yayımlanma süreci bakımından da, bir arafda aslında. Kelimeler yazarın zihnine öyle düştüğü için İngilizce yazılan Araf'ın orijinal adı 'The Saint of Incipient Insanities'. Bir yılı aşkın bir süredir Amerika'da yaşayan Elif Şafak'la, Ekim 2004'te Amerika'da, ABD'nin önemli yayınevlerinden FS&G tarafından basılacak olan, Türkiye'de ise Aslı Biçen'in çevirisiyle geçtiğimiz ay Metis Yayınları'ndan çıkan çift dilli Araf'ı, sarkacı ve sarkaçtan damıtılan özü konuştuk. Elif Şafak, geçmişle gelecek arasında bir yerlerde, gerçeğin delişmen, değişken yanlarına bakabilen yarı masalsı hikayeler anlattı. Ama her romanında ne yaptı etti, kahramanın yolunu mutlaka İstanbul'a düşürdü. Farklı ülkelere, dinlere, dillere ve kültürlere sahip bir grup gencin Boston'da kesişen hayatları çerçevesinde çokkültürlülüğü, parçalanmışlığı, aidiyetsizliği ve yabancılığı anlattığı son romanı Araf’ta da öyle yapıyor yazar. İsimden başlayan yabancılığın gelip dayandığı 'iki arada, bir arafta olma' hali üzerine çarpıcı bir roman kuruyor; her romanında görülen sarkacı Araf'ta da, aynı salınım şiddetiyle işletiyor. Fiili göçebeliğin ruha yansımalarına ayna tutan roman, yazma ve yayımlanma süreci bakımından da, bir arafda aslında. Araf'ı gerçekten okumanızı isterim.Elif Şafak ile ilk tanıştığım roman, çok farklı bir kitap güzel bir kitap ; hayatta iki seçim arasında kalmak, cenet ile cehennem arasında kalmak araf...ve kitap kapağına bayılmıştım eklemek istiyorum onu da | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar C.tesi Mart 31, 2007 2:56 am | |
| Elif Şafak
1971 yılında Strasbourg'da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi Sosyal Bilimler Derneği'nce ödüllendirildi. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında ilk romanı Pinhan 1997'de (1998 Mevlânâ Büyük Ödülü) ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999'da Mahrem (Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü) 2000'de, Bit Palas ise 2002 yılında yayımlandı. Yazarın İngilizce olarak kaleme aldığı 2004 yılında yayımlanan son romanı Araf ABD'nin önde gelen yayınevlerinden Farrar, Straus & Giroux'nun 2004 yayın programında yer alıyor. Şafak, ABD'de yaşıyor ve Michigan Üniversitesi'nde "Ortadoğu'da Marjinal Kimlikler" ve "Kadın ve Edebiyat" dersleri veriyor. | |
| | | denizzz cansel için öldüm
Mesaj Sayısı : 818 Yaş : 38 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar C.tesi Mart 31, 2007 3:11 am | |
| Orhan Pamuk
“Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana.” Orhan Pamuk 2006 yılı Aralık ayında, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken “Babamın Bavulu” adlı bir konuşma yaptı. Pamuk’un otuz iki yıllık yazarlık çabasının ruhunu içtenlikle yansıtan bu duygulu konuşma, bütün dünyada derin yankılar uyandırdı. Yazmak ve yaşamak konusunda temel bir metin niteliğindeki “Babamın Bavulu”nu Pamuk’un aynı konuları ve dertleri başka açılardan ele aldığı başka iki ödül kabul konuşmasıyla birlikte yayımlıyoruz.
Pamuk’un Amerika’da çıkan World Literature (Dünya Edebiyatı) dergisince verilen Puterbaugh Ödülü’nü alırken 2006 Nisan’ında yaptığı konuşma “İma Edilen Yazar”, yazarlığın psikolojisi ve yazar olma ihtiyacı ve serüveniyle ilgili.
Pamuk’un Alman Kitapçılar Birliği’nce verilen Barış Ödülü’nü 2005 Ekim’inde alırken yaptı “Kars’ta ve Frankfurt’ta” adlı konuşması ise, roman yazarının kendisini başkalarının yerine koyma gücünü ve bu çok insanı yeteneğinin siyasi sonuçlarını araştırıyor.
Yazarının bir bütün olarak gördüğü bu üç konuşmadan oluşan Babamın Bavulu’nun artık bütün dünyada çok iyi tanınan ve çok okunan bu büyük yazarımızın küçük bir başyapıtı olduğunu düşünüyoruz…
Yazarlık nedir, niye yazar olunur, hayat ve yazmak, yazarlık sabrı ve roman sanatının sırları üzerine mücevher değerinde kişisel bir kitap. | |
| | | CnsL_CnsL tam canselci oldum
Mesaj Sayısı : 1262 Kayıt tarihi : 22/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar C.tesi Mart 31, 2007 3:20 am | |
| MEHMET AKİF ERSOY
İstiklâl Marşı şâiri. 1877 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.
Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı ismet Hanımla evlendi.
Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de neşretmeye başladı.
Âkif, yazı ve şiirlerini hiçbir zaman geçim kaynağı olarak görmedi. Buna rağmen onu memlekete tanıtan, halka sevdiren asıl vasfı şâirliğidir.
Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana gelmiş, şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştır. Şâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazmıştır. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Halîm Paşa geçimini karşılamayı taahhüt etti. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizliğini anlayarak vazgeçti.
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.
Şahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.
Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.
Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensib edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.
Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.
Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.
Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.
Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.
| |
| | | CnsL_CnsL tam canselci oldum
Mesaj Sayısı : 1262 Kayıt tarihi : 22/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Paz Nis. 01, 2007 10:35 am | |
| NECİP FAZIL KISAKÜREK 26 Mayıs 1904 - 25 Mayıs 1983
HAYATI Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'taki konağında geçti.İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı.
Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi(Akseki) , İbrahim Aşki gibi isimler vardı.
İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu.
Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı.
Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43) .Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.
Şairliğe ilk adımını 12 yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı.Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı.
Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekilerkadar takdir toplamayı sürdürdü.
Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur.Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz.Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar.
Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür.Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.
Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergilerle düşünce hayatımıza kattığı zenginlik ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir.Haftalık Ağaç dergisi(1936,17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur.
Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi,163. maddeye aykırı bulunan yazıları ve kimi zaman da bulunan bahanelerle birkaç yılda bir hapse mahkum oldu.
Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır.Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı.
Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı.1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferaslarla büyük ilgi topladı.Başta İdeolocya Örgüsü (1959) olmak üzere düşünce eserleriyle kültür hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir.
1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981) , Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır.Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.
ESERLERİ Şiir: Örümcek Ağı (1925) , Kaldırımlar (1928) , Ben ve Ötesi (1932) , Sonsuzluk Kervanı (1955) , Çile (1962) , Şiirlerim (1969) , Esselâm (1973) , Çile (1974) , Bu Yağmur.
Oyun: Tohum (1935) , Bir Adam Yaratmak (1938) , Künye (1940) , Sabır Taşı (1940) , Para (1942) , Nami Diğer Parmaksız Salih (1949) , Reis Bey (1964) , Ahşap Konak (1964) , Siyah Pelerinli Adam (1964) , Ulu Hakan Abdülhamit (1965) , Yunus Emre (1969) .
Roman: Aynadaki Yalan (1980) , Kafa Kağıdı (1984-Milliyet Gazetesinde Tevrika) .
Öykü: Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil (1932) , Ruh Burkuntularından Hikâyeler (1964) , Hikâyelerim (1970) .
Anı: Cinnet Mustatili (1955) , Hac (1973) , O ve Ben (1974) , Bâbıâli (1975) . | |
| | | turunç süper cansel
Mesaj Sayısı : 628 Yaş : 41 Kayıt tarihi : 21/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Salı Nis. 03, 2007 9:41 am | |
| Cemil Meriç Kimdir
Yazar ve mütercim. 12 Aralık 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü, Tercüme kaleminde reis muavinliği yaptı.
1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayin Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. 1942 ve 45 yılları arasında Elazığ lisesinde, 1952 ve 54 yılları arasında ise İstanbul`da Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Daha sonra İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde yabancı diller okutmanlığı görevinde bulundu, Sosyoloji bölümünde dersler verdi. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”du.
1955’de gözlerindeki miyobunun artması sonucu görmez oldu, ama olağan üstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 yılında İstanbul üniversitesinden emekli oldu ve yıllarının birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti.
Cemil Meriç`in ilk yazısı Hatay`da Yeni Gün Gazetesi`nde çıktı (1928). Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Türk Edebiyatı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Hisar dergisinde “Fildisi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo`dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Bati medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu ve sansüre, anarşik edebiyata şiddetle çattı.
Ruhu şad olsun! | |
| | | turunç süper cansel
Mesaj Sayısı : 628 Yaş : 41 Kayıt tarihi : 21/03/07
| Konu: DEVAMI Salı Nis. 03, 2007 9:43 am | |
| İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyâtı(daha sonra "Bir Dünyanın Eşiğinde" başlığıyla iki kez daha basıldı), Saint Simon- Ilk Sosyolog, Ilk Sosyalist-, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir. Bu Ülke (1974, 5 baskı), Umrandan Uygarlığa (1974, 2 baskı), Mağaradakiler (1978, 2 baskı), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943´te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’in Köprüden Düsenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Bati’yi Büyüleyen İslâm (1983) adlı eserlerini de Türkçe’ye kazandırdı. İletisim Yayınları Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri”ni toplu halde basarken, daha önce yayımlanmamış üç kitabını daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993). “Bütün Eserleri” dizisinden “gözden geçirilmiş yeni baskı”sı yapılan kitaplar ise şunlardır: Bu Ülke (1983), Bir Dünyanın Eşiğinde (1994), Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist (1995), Ümrandan Uygarlığa (1996), Mağaradakiler (1997), Kırk Ambar - Cilt 1 - Rümuz-ül Edeb (1998).
Aldığı ödüller:Ümrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Kırk Ambar adlı eseriyle "Türkiye Millî Kültür Vakfı" ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneği'nin"Yılın Yazarı", Kayseri Sanatçılar Derneği'nce, "İnceleme", Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği "Yılın Fikir Eserleri" ödüllerini aldı...
CEMİL MERİÇİN ESERLERİ | |
| | | paye403 engellenmiştir....
Mesaj Sayısı : 192 Yaş : 31 Kayıt tarihi : 24/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Ptsi Nis. 09, 2007 1:22 pm | |
| CAN DÜNDAR "yağmurdan sonra" Dünyanın küçük bir köye dönmesi efsanesi, bana Bebek’te sahil kenarında poğaçalarına ve kurabiyelerine hayran olduğum pastanenin kapanıp, yerine bir Amerikan hamburgercisinin açılmasını hatırlatıyor hep. Yakın bir gelecekte dünyanın her köşesinde aynı marka kot giymiş insanların, aynı hamburgerleri yiyip yanında aynı kolayı içeceklerini, çocukların aynı çizgi filmler ve oyuncaklarla büyüyeceklerini ve bizim aynı şirketin bilmemizi istediği haberleri izleyip, görmemizi istemediklerinden bihaber olarak yaşayıp gideceğimizi düşünmek bana ürperti veriyor. Bu “küçük köy”de insanlar, CNN’den haber alıp MTV ile dans ederek, sadece kola içip hamburger yiyerek ve Aslan Kral’la ağlayıp New York hayvanat bahçesinde doğuran pandayla sevinerek yaşayacaklarsa, ben o köyün köylüsü olmak istemiyorum. ... Bebek’teki poğaçacımı geri almak ve kavalımla özgürlük melodileri çalarak, “global köy”ü terk etmek istiyorum. | |
| | | turunç süper cansel
Mesaj Sayısı : 628 Yaş : 41 Kayıt tarihi : 21/03/07
| Konu: Geri: Kitap ve Yazarlar Salı Nis. 10, 2007 9:42 am | |
| İSMET ÖZEL
1944'de, Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri’de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini Kastamonu, Çankırı ve Ankara’da tamamlar. Öncelikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinde okuduysa da mezun olacağı okul Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı olacaktır. On sekiz yıl Devlet Konservatuarında Fransızca okutmanlığı yapar, ilk şiiri 1963 de Yelken dergisinde yayınlanır. Bu tarihle birlikte ; yazın, düşün ve sanat dünyasındaki serüvenine başlamıştır. İlk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu 1966 yılında, büyük yankılar uyandıran ikinci kitabı Evet, İsyan'ı ise 1969 yılında yayımlar. 1970 da yakın arkadaşı Ataol Behramoğlu ile birlikte Halk Dostları dergisini çıkarır. 1974 yılına gelindiğinde ise , o zamana dek içerisinde bulunduğu ve savunduğu sosyalist düşünce çizgisini geride bırakarak fikri ve ruhi bir değişim yaşayacaktır. Bu tarihten sonra yazı ve sanat hayatına, İslami düşünce çerçevesinde devam eder. Bu düşünce yapısı aynı zamanda ona yeni sorumluluklar da yüklemiştir. Bu sorumluluk bilinci ile 1977 de Yeni Devir gazetesinde günlük fıkralar yazar, yine aynı gazetede Abdullah Çıdamlı müstearı ile çeviriler yapar, Pazar günlerine özel kültür sayfaları hazırlar. 1985 yılında Milli Gazetede Cuma Mektuplarına, 1997 yılında Yeni Şafak Gazetesindeki günlük fıkralarına başlar. Yazdığı deneme kitabı Taşları Yemek Yasak ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme ve 2005'de üstün hizmet ödülünü kazanır. 1995'de Şilili Ozan Gabriel Mistreal nişanı alır. Siyasi yazıları 2003 yılına dek kısmi aralıklarla çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmıştır.
İstiklal Marşı Derneği'nin genel başkanlık görevini yerine getirmektedir.
Evli ve dört çocuk babası, iki çocuk dedesi İsmet Özel, Çengelköy’deki evinde düşünce ve sanat hayatına devam etmektedir.
Düşünceleri [değiştir]
İslami düşüncelerini orijinal bir "Türklük" kavramı ile birlikte yeniden yorumlayan Özel, herhangi bir etnisiteyle bağdaşamayacağına inandığı bu kavramı, tarihsel olarak İslam'ın dünyadaki siyasi konumunun özel bir alanı olarak ortaya koymaktadır. Tarihsel olarak Türklük ona göre İslam'ın dünya siyasetinde etkin ve özgür biçimde rol oynadığı bir imkandır ve bu çerçevede 14. yüzyılda İtalyan Site devletlerinde kök salmaya başlayan kapitalizm karşısında aynı yüzyılda Anadolu'da kapitalist olmayan ama Batı ile sıkı irtibat halinde olan bir yaşam biçimi yeşermiştir. Hem Batı ile sıkı ilişki içerisinde olup hem de kapitalist olmayan, İslami bir yaşam biçimi ister istemez Türklüğü Batı'nın ötekileştirdiği bir siyasi güç olarak tarih sahnesinde ön plâna çıkarmıştır. Bu anlayışın en tipik ve bariz göstergesi olarak İstiklal Harbi'ne işaret eden Özel, 1.Dünya Savaşı'nın neticesinin dünya siyasetinden İslâm'ın tamamen silinmesi anlamına geldiğini ancak İstiklal Harbi'nin bu duruma bir itiraz olduğunu belirtmiştir. Yine İstiklal Harbi içerisinde Anadolu'da direnen halkın ruh halinin Batı'nın ötekileştirdiği bir toplum olma özelliğiyle birebir örtüştüğünü ifade etmektedir. Bu sebeple Özel, "İstiklal Harbi, İstiklal Marşı ile aynı ruh içerisinde gerçekleştirilmiştir" ifadesini kullanmıştır. İstiklal Marşı'nın sözleri incelendiğinde kastedilen şey daha net anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Özel'in, "Türklük" kavramına yaptığı vurgu her ne kadar 90'lı yılların ikinci yarısından sonra yazılarında ayrıntılı yer almaya başlamışsa da daha önceki yıllarda kaleme aldığı yazılarında da buna paralel açıklamaları görmek mümkündür. Öte yandan 28 Şubat sonrasında "değişim" geçirdiği ve önemli kırılmalar yaşadığı görülen, liberal söylemlere daha fazla ağırlık vermeye başlayan "İslamcı" kesimlerle yollarını ayırmaya karar vermiştir. Kendi ifadesine göre, bu kesim kendisinde artık güven uyandırmamaktadır. Çünkü Türkiye'nin köklü ve yapısal bir değişime uğratılması yolunda gerek sosyalistlere gerekse İslamcılara yaklaşma ihtiyacı duyan Özel, her iki kesimin de kendi davalarına "ihanet ettikleri"ni düşünmektedir. İslamcı kesimin bu yoldaki en tipik kırılma olayı AKP ile ortaya çıkmıştır. Zira AKP'yi meydana getiren kadrolar kendilerini İslamcılıkla değil, liberal bir anlayışın ağır bastığı, muhafazakar ve demokrat bir düşünce çizgisiyle ifade etmektedirler. Bu sebeple insanların düşünce ve inanç noktasında "titizlik" göstermesini "ahlâklılık" olarak değerlendiren Özel, Gerçek Hayat dergisinde de yayınlanan bir beyanında "AKPli olmayı" titizliği elden bırakmak olarak nitelendirmiştir. (Henry Sen Neden Buradasın kitabından, Gerçek Hayat dergisinden ve [1] sitesinden yararlanılmıştır.)
Eserleri [değiştir]
Şiir [değiştir]
* Geceleyin Bir Koşu (1966), * Evet İsyan (1969), * Cinayetler Kitabı (1975), * Celladıma Gülümserken (1984), * Şiirler 1962-74 (1980), * Şiir Kitabı (1982), * Erbain (1987), * Bir Yusuf Masalı (2000). * Of Not Being A Jew (2005)
Deneme, Söyleşi, Mektup [değiştir]
* Üç Mesele (1978), * Şiir Okuma Kılavuzu (1980), * Zor Zamanda Konuşmak(1984), * Taşları Yemek Yasak (1985), * Bakanlar ve Görenler (1985), * Faydasız Yazılar (1986), * İrtica Elden Gidiyor (1986), * Surat Asmak Hakkımız (1987), * Tehdit Değil Teklif (1987), * Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988), * Sorulunca Söylenen * Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004), * Tahrir Vazifeleri * Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994) * Ve'l-Asr, * Bilinç Bile İlginç, * Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995), * Tavşanın Randevusu(1996) * Kırk Hadis(2004) * Henry Sen Neden Buradasın? 1-2 (2004) * Kalın Türk (2006) * Çenebazlık (2006)
Çeviri [değiştir]
* Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein * Gariplerin Kitabı - Ian Dallas * Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz * Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen * Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi | |
| | | | Kitap ve Yazarlar | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |